27 Sep
27Sep

Yalnızlık kelimesi kültürel bağlamlara göre farklı anlamlara karşılık gelir. Doğu kültürlerinde, ilişkisel mesafe ve yaşantıların Batılı kültürlere oranla daha yakın olduğu söylenebilir. Bu sebeple bu kültüre sahip toplumlarda yalnızlığın terk edilmişlik, tehlikeye maruz kalma, dayanaksızlık, özlem, gurbet gibi kavramları çağrıştırması daha olasıdır. Bu nitelikler pek çok kültürde yalnızlık kavramının uzantıları olsa da Batılı toplumlarda yalnızlık kavramı farklı anlamlar taşıyabilmektedir. Bu anlamlar, tek başına olabilmek, bireyleşmek, ayrışmak, kendi başına olmak ve kendine yetmek şeklinde ortaya konulabilir (Erten, 2001).

Yalnızlık, kişiye acı veren ve kişinin bu acıdan kaçınmak için her şeyi yaptığı, korkutucu bir yaşantıdır. Terk edilmiş, vazgeçilmiş olarak hisseden yalnız birey, bu acıdan kaçmaya çalışır. Hatta pek çok kişinin hayatının önemli bir bölümü bu kaçışı içermektedir (Tükel, 2001). Yalnızlıktan kaçmak için gösterilen çabalar, yaşam içerisinde farklı biçimlerde kendisi gösterebilir. Telaş içinde sosyal etkileşimlere katılma, yemek, cinsellik, mental ve fiziksel açıdan zorlayıcı faaliyetlerde bulunmak bu durumlara birer örnek oluşturur. Bu yöntemler kişilerin iç yaşantıları üzerinde daha az durmalarını sağlayabilir.

Yalnızlık ile kendi başına olmak arasındaki fark önemlidir. Kendi başınalık, sanatsal yaratıcılık için gerekli olabilen ve mutlaka acı verici yaşantı ile ilişkisi olması gerekmeyen bir durum olarak yalnızlıktan ayrılır. Kendi başına kalabilen birey, kendi ile barışıktır. Kendi başına yaptığı etkinliklerden keyif alır. Kendi başınalık bir anlamda uzak değil ayrı, kaybolmuş değil özgür olmaktır (Tükel, 2001).

Winnicott kendi başına olma kapasitesinden söz ederken bunun ruhsal olgunluk açısından gerekliliğine vurgu yapmıştır. Erken dönem bakım verenle (anne, anneanne vs.) kurulan bağlanma biçimleri ruhsal olgunluğun oluşumunda etkilidir. Bowlby’nin (1969, 1980) bağlanma kuramına göre güvenli bağlanma, ebeveynin bebeğin yanında bulunmadığı zamanlarda da bebeğin kendisini güvende hissetmesini sağlar. Bu sayede yaşamın ilk yıllarında ebeveyne güvenli bağlanan bebek, ileriki yıllarda çevresindeki insanlar ve dünya ile ayrılık kaygılarının yön vermediği ilişkilere girebilir. Bu ilişkilerde birey ilişkide bulunduğu kişileri kaybetmeye ilişkin yaşadığı kaygıların üstesinden güvenlik duyguları ile gelebilir.

Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebekler ise ebeveynden ayrılığı büyük bir kaygı ile yaşarlar. Bu duruma isyan ederler, bir süre sonra umutsuzluğa düşebilirler. Daha sonra bu bebekler çevrelerine ilgisizleşebilirler. Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebekler yabancıdan ürker ve ondan kaçınırlar. Yabancıdan ürkme, kendi başına kalmanın değil kimsesiz kalmanın bir sonucudur. Kendi ruhsal dünyasına aşina olmayan kişi için dünya yabancıdır. Dışarıdaki yabancıdan ürkme ise kendi bilinçdışından ürkmenin yansımasıdır. Dünyaya, ilişkilere ve hatta bedenine güvenle bağlanamayan bu kişi için geriye kalan ıssızlık ve kimsesizliktir. Bu noktada, Winnicott  (1960) ‘Sahte Kendilik’ten bahseder.

Güvenle bağlanamayan çocuk, yaşamda kalmak için büyük bir ödün verir. Kendi varoluşundan vazgeçerek dış dünyanın ondan istediklerine, ona dayattıklarına göre yaşamaya başlar. Bunu yaparken gerçek kendiliğini örter ve saklar. Bu durumda dış dünya ile ilişki kuran gerçek kendiliği değil, sahte kendiliğidir. Güvenli bağlanamayan birey, erken dönemde bakım verenden (anne, anneanne vs.) ayrışma-bireyleşme sürecinde sorun yaşamaktadır. Buna bağlı olarak aynı sorundan doğan iki farklı olgu ortaya çıkar: Bağımlılıklar ve ilişkisizlikler. İlişkisizin yalnız hissetmesi bize doğal görünürken bağımlılığın yalnızlığını anlayamayabiliriz. Bağımlı, iç dünyasındaki ıssızlığı dış nesnelerle gidermeye çalışır. Aslında bağımlı kişiler nesnesi yanındayken bile o nesneye hasreti olanlardır (Erten, 2001).

Narsist bir iç dünya ise patolojik yalnızlığın yani kimsesizliğin acısından kaçmak için kendi yalnızlığını kutsallaştırmaktır. Bu ise, ilişkinin ve paylaşımın olmadığı bir durumun telafi çabasıdır.

Yalnızlık ile boşluk ise birbirinden ayrı kavramlardır. Kernberg’e göre yalnızlık kayıp nesnenin geri gelmesine ilişkin arzu ve gelecekte bu bağlantının kurulmasına ilişkin ümidi içerir. Boşlukta olma ise arzuyu içerebilir veya içermeyebilir. Buradaki odak nokta kayıp nesnelerin geri geleceğine ilişkin ümidin bulunmamasıdır.

Yalnız kişi için yaşam şimdi çekilmezdir. Ancak birey, ileride doyurucu bir ilişki yaşantısı kuracağına ilişkin ümidini kaybetmemiştir. Boşlukta olan birey için ise, gelecek bir şey vaat etmemektedir (Tükel, 2001). Bu kişiler için yaşam anlamlı gözükmemektedir. Gelecekte herhangi bir doyum ya da mutluluk umudu, arzulanacak ve çaba gösterilecek hiçbir şey yoktur. Bu kişiler artık kimseyi sevemeyeceklerini ve herhangi bir kişinin onları sevmesi için bir neden olmadığını düşünür. Dünyası anlamlı sevgi ilişkileri açısından boşalmıştır (Kernberg, 2012).

Bu bireylerin ruhsal dinamiklerinin temelinde katı üst benlik yapılanması yatar. Üst benlikleri cezalandırıcıdır ve kendilerinin sevilmeye layık olmadığı, yalnız olmaya mahkum oldukları inançlarını içerir. Bu durum, erken dönemde bakım verilenle kurulan ilişkinin yeterince doyum verici olmaması (şefkat ve ilgi gösterme, duygusal yakınlık kurma) sonucunda ortaya çıkabilir. Böyle bir deneyim sonucunda ağırlıklı olarak hayat boş ve anlamsızlık olarak yorumlanabilir. Bununla birlikte yalnızlığı yaşamayı ve üstesinden gelmeyi sağlayan becerilerin kaybı gibi problemler oluşabilir (Kernberg, 2012).

Bu bakımdan erken dönem ilişkilerimizin ruhsal dünyamızı şekillendirdiği göz önünde bulundurduğumuzda, yalnızlığımızın rengini yine bu ilişkilerin belirlediğini söyleyebiliriz. Psikodinamik psikoterapi ile ruhsal dünyamıza ilişkin iç görü kazanarak yalnızlığımızın altında hangi arzu ve ihtiyaçlarımızın yattığını fark edebilir, buna yönelik kişisel kaynaklarımızı genişletebiliriz.

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.